Alex de Souza… 6 yıl önce ülkemize gelmeden ‘kimisi gelir, kimisi gelmez’ diye fikir üretiyordu. O dönemdeki Fenerbahçe yönetiminin yoğun uğraşları –hatta o gelsin diye ondan önce takım arkadaşı Nobre’nin ondan önce alınması sonucu Alex de Sousa Türkiye’ye geldi. Gelmeden bir sene öncesinde Konfederasyon Kupasında bize karşı oynadığı bir maçta sergilediği futbol ve attığı gol ile Türk futbolseverleri etkilemişti. Peki ne yapacaktı Türkiye’de… Daha önce Parma ile yaşadığı kısa ve başarılı olamadığı Avrupa deneyiminin ardından, kafalarda da ‘Acaba?’ soruları vardı.
Türkiye’de altıncı sezonunu yaşayan Alex, şimdi Türk futbol tarihinde ismini altın harflerle yazdıran, goller atan, asistler yapan, birçok önemli maçta kırılma anlarını yaratan, oyunu çok iyi okuyup arkadaşlarını saha içinde yönlendiren tam bir kaptan oldu.
Aslında ilk maçta topu ayağına alıp, ince bir bilek hareketiyle rakibini geçtiği zaman tüm Fenerbahçeliler O’nun farklı bir oyuncu olduğunu düşünmüştü. Topu ayağına adeta yapıştırmış gibi dribling yapan, kimsenin beklemediği anlarda topu rakibin arkasına atan farklı bir oyuncuydu O.
Oyun içinde topu sürerken ‘bir arkadaşıyla kol kola gidiyormuş’ izlenimi veren, topun sıkıştığı zamanlarda bir pasıyla oyunu rahatlatan, zarif bir bilek hareketiyle rakiplerini oyundan düşüren, inisiyatif alan, seyirciyi ‘hadi bağırsanıza’ diye ateşleyen, umutların artık tükendiği, işlerin çıkmaza girdiği anlarda umutları yeniden yeşerten bir oyuncu O…
‘Böyle oyuncu olmaz!’, ‘Çağdaş futbolda bu oyunculara yer yok!’, ‘Canı isteyecek de oynayacak!’ ve bunun gibi birçok lafı geçen zaman içerisinde ağzımıza tıktı Alex de Souza… Aslında bu sezon başlangıcında Aykut Kocaman da gözden çıkarmıştı. Nasıl olsa sezon sonunda sözleşmesi bitecek, yerine de gelecek sezon için ‘çağdaş futbola uygun’ başka bir oyuncu alınabilecekti. Üstelik kimse O’nu yedek oturtamazken, oyundan alamazken Aykut Kocaman alıyor ve ‘burada asıl patron benim’ diyordu. Ama Alex orada da sahneye çıktı ve belki de kariyerinin en iyi sezonunu oynayarak ‘olgunluk’ döneminin meyvelerini Fenerbahçe’ye ve Türk futboluna sunmayı bildi.
Taraftarlarca ‘Comandante’ diye çağrılmasının bir abartı olmadığı da kesin. Geçmiş yılların aksine daha agresif, daha istekli, daha çok oyunun içinde… Kendisi sözleriyle aksini söyleyip, mütevazi davransa da; saha içerisinde adeta ‘bu takım, benim takımım’ diyor. Bu görüntüsüyle geçmiş zamanlarda onu eleştirenlere de en iyi cevabı sahada veriyor.
Peki Alex mi, Hagi mi kıyaslamalarına ne demeli? Bir Fenerbahçeli’ye sorsan Alex, bir Galatasaraylı’ya sorsan Hagi der.. Ama bir futbol severe sorsan, karşılaştırmaz bile. Çünkü ikisinin de oynadığı futbolu, top sürerken topla bütünleşmesini, futbol sevdalarını ve bu oyunu oynarken aldıkları zevki, heyecanı gözlerinden görmeyi bilir. O yüzdendir ki, her ikisi de zaman zaman oyun içinde hakeme bağırır – çağırır, agresif görünür. Bu agresiflik, bağırış çağırış incitmez, rahatsız etmez kimseyi… Futbol severler bilir ki, ‘boyun eğmemedir, yenilgiyi kabul etmemedir’ aslında o görüntü. O görüntü, takım arkadaşlarına ‘hadi pes etmeyin!’, seyirciye ‘susmayın, canlanın, bağırın!’, rakibe de ‘ben yenilmeyeceğim, direniyorum’ demektir aslında…
Kimi zaman dillerdeki bir ‘I love you Alex’ bestesidir, kimi zaman taraftarın gönlündeki ‘Comandante’… Sahaya takımın başında çıkarken, tünelin başında göründüğünde başlayan ‘Yaşa Fenerbahçe’ melodisindeki coşkudur onu görmek… Cihatlar, Lefterler, Canlar ve Fikretler’den biridir O’da… Yıllar boyu bilinecek, hatırlanacak ve belki de bir gün heykeli dikilecek kadar… Bazen, bir frikik için topa vurduğunda, topun kaleye giderken havada süzülüşünü izlemek, attığı bir golün sevinci ve mutluluğunu yaşamak gibidir. Onu izlemenin zevki; zarif bir hareketle oyundan düşürdüğü bir rakibin, O’na arkadan bakışını izlemektir. Alex’i izlemek, futbolu sevmektir.
Yorum Yazın